Para politikası ile nereye kadar?
2008 yılı Dünya finansal krizi sonrası bir türlü toparlanamayan, finansal genişlemeci ekonomi (para) politikaları artık tıkanma noktasına doğru gidiyor. Para politikası, hükümetlerin, merkez bankalarının ya da para otoritesinin, ekonomiye, para arzı yönetimi ya da döviz piyasası işlemlerini kullanmak yoluyla yön vermesidir. Para teorisi, ekonomi için en uygun (optimal) para politikasının belirlenmesini sağlar.
Para politikası araçları kullanılarak gelinen çıkmazları, küresel kapitalizmin resmi kurumları olan IMF ve Dünya Bankası raporlarında görmek mümkün. Bu kurumlar, parasal genişleme ile kapitalizmin sistemsel bir problematiğe doğru yol aldığını kabul ediyor, G 20 zirvelerinde yaptıkları sunumlarla para politikası araçlarının artık kullanılamaz hale geldiği vurgusunu yapıyor. Finans kurumlarının arkasına aldığı genişlemeci politikalar sonucu 2014 yılı verilerinde Dünya borç stoku Dünya hasılasının tam 3 katına yükseldiği raporlandı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkeler içerisinde 2009-2014 arası özel sektör borçlarının Gayrı Safi Yurt içi Hasıla’ya oranı %75 lere yükseldi. Milli Gelir’in yükselmesi için uygulanan düşük faiz ile tüm dünyaya para pompalayan merkez ülkelerde istenen refah artışı elde edilememiş, zira 1970’lerin sonlarında başlamış olan küreselleşme politikaları, yapısal uyum programları ile, serbestleşme adı altında çalışanlar aleyhine politikalar uygulamış ve gelir dağılımı, artık kapitalist sistem içerisinde çözülemeyecek derecede bozulmuş olduğundan, harcamalarda istenen tüketim artışını artık tetiklememektedir. Tüketimin istenen oranda artmadığı ortamlarda artık yatırım yapılmamakta, tüketim alışkanlıklarının da bu politikalar nedeniyle değişmiş olduğu hane halkı algısında yeterli tasarruf düzeyleri gerçekleşmemektedir. Dünya ticareti talep yetersizliğinden azalmış, sonuç olarak 2016 yılı başında bu trend üretim ve tüketimin vazgeçilmez kaynağı başta petrol ve diğer emtia fiyatlarının hızlı düşüşü ile kendini göstermiştir. Sıkışan dünya ekonomisi, çıkış yollarını, yükselen piyasalar (Gelişmekte olan ülke piyasaları) üzerinden yeni borçlanmalar ile bulmaya çalışırken, Türkiye’deki durum Dünya’dakinden daha hassas ve kırılgan bir durumdadır. 2016 yılı itibariyle bütçe disiplini altında olan Türkiye ekonomisi Kamunun üzerindeki tüm borcun özel sektör ve hane halkına devredilmesi ile ve ithalata dayalı, tüketim artışı ile harcamaları arttırarak GSYIH’yı arttırma yönünde ekonomiyi yönetmektedir. Ancak tüm üretim sektörlerindeki ithal girdi oranı %70 leri buluyorken, doğal kaynak yetersizliği nedeniyle tamamen enerji konusunda dışa bağımlı bir yapıda bu yöntem kullanılarak dış ticaret dengesi bozulmuş, ve bu dengeyi ‘Sıcak Para’ dediğimiz, tamamen finansal araçlara yurtdışı yatırımcıların kısa vadeli sermaye transferi ile sağlamaya çalışmaktadır. Bu nedenle Türkiye Ekonomisi uluslararası sermaye hareketlerinden bağımsız düşünülemez. 2016 yılında Türkiye’ye giren doğrudan yabancı yatırım tutarı 3.8 milyar dolar olurken, finansal piyasalarda alım yapan yabancı yatırımcıdan ülkeye giren tutar 10.1 milyar dolar ve bunun 9,5 milyar doları da doğrudan Devlet İç Borçlanma Senetlerine gitmiş bulunuyor. Ancak bu tutarların girişi kadar çıkışları da birkaç gün içinde olacağından sürdürülebilir bir politik ortam da bulunamazsa kırılganlığı da o derecede artmaktadır. Üstüne üstlük derecelendirme kuruluşlarından yapılan negatif notlama Türkiye ekonomisi puanını indirmiş, Türkiye ‘yatırım yapılabilir’ seviyeden aşağıya çekilmiştir. Döviz kurundaki artış hane halkının alım gücü üzerinde olumsuz etkisini göstermektedir. Ülkemizin ithalata bağımlılığı dikkate alındığında kur artışının girdi maliyetlerinde yarattığı artış 2016 yılı son çeyrek enflasyon rakamlarına da yansımış, durgunlukla beraber enflasyon artışı da söz konusu olunca artık Türkiye ekonomisi için durgunlukla beraber yükselen enflasyondan yani iktisadi literatürde ‘stagflasyon’ olarak adlandırılan durum konuşulmaktadır.
Gelir dağılımı, bir ekonomide ortaya çıkan gelirin, oyunculara nasıl paylaştırıldığını gösteren ekonomik göstergedir. Ülkeler düzeyinde, gelirin sosyal sınıflar arasındaki dağılımıdır. İngiliz yardım kuruluşu Oxfam (Oxford Committee for Famine Relief), zenginlerle fakirler arasındaki gelir eşitsizliğinin artarak devam ettiğini, 2016 yılında dünyanın yüzde 1’lik nüfusuna denk gelen 70 milyon kişinin dünyanın geri kalan yüzde 99’undan (Yaklaşık 7 milyar insan) daha fazla servete sahip olacağını açıkladı. Oxfam’ın raporuna göre 62 “süper zenginin” toplam serveti, dünyanın nüfusunun en fakir olan yarısından daha fazla olduğu belirtildi. Bir yıl önce, dünya nüfusunun en fakir olan yarısının serveti, 80 “süper zenginin” servetine denk geliyordu.
Ülkelerde istenen büyüme rakamları yakalansa dahi, sürdürülebilir bir refah artışı için yaratılan bu servetin dağılımının da adaletli bir biçimde yapılıyor olması gerekir. Yani artık uygulanan iktisadi politikalarda bu gelir dağılımı adaletini gözetmek gerektiğini kapitalist sistem sinyalleri ile önümüze koymaktadır. Gelişen koşullar dikkate alındığında özellikle 2013 sonrasında daralan dünya rakamları ve ekonomik çıkmazlara parasal politikalarla çare bulunamamaktadır. Bu yazının yazıldığı bu günlerde Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu gerçekleşiyor. Dünya, yapılan toplantılarla ekonomik sorunlarına çareler bulmaya çalışıyor. Davos’ta IMF (Uluslararası Para Fonu) Başkanı Christine Lagarde, “Servetin yeniden dağıtıldığı modele geçilmeli” diyerek ülke yöneticilerine seslenmektedir. Lagarde, aşırı gelir eşitsizliğinin sürdürülebilir büyümeyi zorlaştırdığına dikkati çekmiş, gelir eşitsizliği, güvensizlik ve umutsuzluğun popülist siyasetteki artışı beslediğine vurgu yapmıştır. 1950’lerden sonra Dünya ekonomisini belirleyen en önemli kurum olan Uluslararası Para Fonu başkanı finansal genişlemenin gelir dağılımını bozduğunu bizzat söylemektedir. Üretim ve verimlilik artışının ekonomik gelişmenin ana iskeleti olduğunu unutmamız gerektiği, bu nedenle artık para politikaları yerine maliye politikalarının, üretim planlamalarının ve gelir dengesi modellerinin ve servet bölüşümün yeniden konuşulması gereken zamanlardayız. Ne kadar erken o kadar iyi…
Saklamak değil, paylaşmak olsun özün
Eleştirmek değil, çözümü göstermek olsun sözün
Yıkmakta değil, yapmakta olsun gözün
Saldırmak değil, sarılmaktır çözüm. Osho